Genel Bir Kayboluş*

Akşam ezanıyla birlikte tüm arkadaşlarının annelerinin kafalarını camdan uzatıp “Hadi oğlum eve! yemek yiyeceğiz!” diye bağırmasıyla oyun oynadığı tüm arkadaşları gidince, topu kaldırıma çarptırıp kendi kendine oynamaya çalışan ve açık pencerelerden gelen çatal kaşık sesleriyle kimsesizliğin o kasvetini hissedip kaldırımla oynamak yerine kaldırıma çöküp oturan çocuğun yalnızlığı çökmüştü üzerime. İçinden bir ses “bu saatte eve gidilir” diyordu ama gidecek bir evi yoktu, öyle bir his. Zaten akşam saat beşten sonra hep olur, sonra yarına kadar kaybolur. Yine Beyoğlu’nun ara sokaklarında, ince ince çiseleyen yağmurun altından, barlardan dışarı hava almaya çıkmış gençlerin yanından bir elimde içinden şişe tıngırtılarının geldiği siyah poşetle evime doğru yürüdüğüm bir iş çıkışıydı. Kendimi meşgul etmek için mesaiye kalmayıp erkenden çıktığım günlerde düşünceler zihnimi işgal etmeyi es- geçmezdi. “Sabah olsa da işe gitsek” derken bulurdum kendimi. Evde iki yatak, bir tane de l koltuk varken, balkonda oturduğum sandalyede sızıp kalmıştım. Sabah yedi alarmı gibi aniden gürleyen gök gürültüsüyle irkilerek uyandım, parktaki bir bank gibi ıslanmıştım. Bir şeyler keşke şu ürkünç gök gürültüsünü masala, ninniye çevirseydi. Dışarıdaki havanın bana neler hatırlattığını bilseniz evime taziyeye gelirdiniz. Balkondaki masa sandalyeyi geri çektim, balkon korkuluğuna asılı olan saksıyı kenara aldım. Kurulanıp üstümü değiştirdikten sonra işe gittim. Metroda insanlar çok şık görünüyordu, günlerden cuma olduğu aklıma geldi, çünkü haftanın son günü herkes olduğundan biraz daha güzel görünürdü. Kahvaltı edememiştim, midem bulanıyordu. Bu bulantı… Üzülünce mideme vuruyor, ondandı. Bu bulantı, sanki dünyada nükleer silahların kullanılmaktan çekinilmediği bir savaş dönüyordu da, sepya efektli toprakların dışı sıvasız gri renkli evlerinden birinde de beni bulmuş ağırlıktaydı. Nereden baksan Ortadoğu’ya benziyordu. Ofisteki alçıpan duvarlar, tavandaki spot lambalar hatta yerdeki halıfleksler bile üzerime geliyordu. Plazanın camlarından içeri sızan fırtınanın uğultusu, havanın gök gürültülü ve sağanak yağışlı olduğunu hatırlatıyordu. Daha fazla dayanamadım, izin alıp çıktım. Evime, balkonuma gitmek içimden gelmiyordu. İnsan ev bellediği yere yabancılaşınca nereye gidebilir ki? arayıp, “iyi değilim,” dediğimde, bir şey sormadan “nerdesin? gelsene.” diyebilecek kimsem yoktu. İnsan bazı yorgun günlerin ardından, dünyanın tüm yükünü sırtlanıp çıktığı ofisten, içeri geçmeden evvel sorunları girişteki portmantoya bırakabileceği bir eve girmeye ihtiyaç duyuyor. Gitmeliydim… Herkese bu kadar uzak ama İstanbul’a bu kadar yakın gidilebilecek tek yerin Adalar olduğu geldi aklıma. Kabataş İskelesinden ilk vapura bindim, hangi adada ineceğimi bilmiyordum. Vapur sağa sola sallanırken, denize düşen yağmuru izlemeyi hep çok sevmişimdir. Koyu gri bulutların varlığı ve kasvetli havalar kendimi kötü hissettiğimde asla beni rahatsız edemiyordu. Dalgalar büyüyordu, vapur sağa sola sallanırken sanki bir tarafı batarmışçasına daha çok aşağı iniyordu, kadın çığlıkları çocuk ağlamalarına, erkeklerin homurdanmaları ve oflamaları, martı bağırışlarına karışıyordu. 

“Sakin ol annecim, tamam tamam bir şey yok, yok yok olur öyle, bir şey olmaz abartma canım, korkma bu kadar yahu...” 

Dalgalar vapurun güvertesine ve camlarına ulaşmıştı, yüzme bilmiyordum, zaten hoş, vapur su dolduktan ya da battıktan sonra yüzme bilsen ne, bilmesen ne. Sırası da değildi zaten ama bilirsin, her şeyin zamansızca ve  üst üste gelmek gibi bir huyu vardır. Çakan şimşek ve ardından dev bir tsunami dalgasının yükseldiğini ve vapuru yutacağını anladığımda, bir anons sesi duyarak uyandım. Vapur Büyükada’ya yanaşıyordu. İnsan kötü bir rüyadan uyandıktan sonra biri tarafından “geçti,” denilip, sırtının sıvazlanıp teskin edilmesi temel ihtiyaç sayılmalı.

Adaya ayak basıp, sadece yürümek istedim. Alabildiğine yürümek... Şemsiyem yoktu, ıslanmak umrumda da değildi. Çünkü insan ıslanırken gözyaşlarını gizlemek çok kolay oluyor. Aya Yorgi tabelasını takip ederek yola koyuldum. Ağaçlarla çevrili, aralarından denizin göründüğü ve şirin evlerle dolu bir yokuşta yağmur yüzüme çarpa çarpa yürüyordum. Oysa baharda burada ne güzel kediler vardı, şimdi hiçbiri yok. Tek başımayım. Yapayalnız. Böyle havalarda hiç kimse tarafından sevilmemiş ve başı kimse tarafından okşanmadığı için tüyleri havaya kalkmış sokak kedisi gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum. Tepeye çıkmıştım, üşütür müyüm diye düşünmeden denizi gören yere öylece bıraktım kendimi. Ayaklarımı aşağıya sallandırdım. Bağıra bağıra ağladım. Kimse duysun istemedim, kimsesizliğim o an öyle işime yaradı ki... İnsan ne uçurumlara gidiyor da atlayamıyor, insanın kendisi ne uçurumlar oluveriyor. “Hayır oğlum,” dedim kendime, “bu kiliseden bir papaz çıkıp eline kahve verip sırtına battaniye örtmeyecek, bu güzel evlerden biri çıkıp biraz ısınmak istediğini sormayacak, o vapura binip, geldiğin yere dönüp, havada uçuşan tozları bile sayabilecek kadar düşüncelere dalmaya devam edeceksin. Ya sen onları, ya onlar seni bitirene dek.” Akşam oluyordu. Hafta sonunu evimde geçirecektim. Aya Yorgi’ye çıkan yolda bağlanan çaputları, kurulan hayalleri ve tutulan dilekleri düşüne düşüne çakıl taşlı yoldan geri iskeleye indim. Vapur seferleri hava muhalefeti sebebiyle iptal olmuştu. Belki de işime gelmişti böylesi. Adada biraz kalmalıydım, ucuz bir otel bulmalıydım, kendimi meşgul edemesem de farklı bir yerde olmak belki de iyi gelirdi diye düşündüm. Mevsimden ötürü oteller boştu, deniz gören bir odayı biraz indirimle tutabilmiştim. Biraz dinlendikten sonra, belki keyfini çıkarabilirim diyerek sandalyeyi camın önüne çektim, bir bira çok bira oldu, elim tütün koktu, Barış Diri’den “Derinden” çalıyordu... Anladım ki, insan kendinden kaçıyor ama saklanamıyordu. 

Popüler Yayınlar