Boktan Bir Tişört

Hava bozdu bozacak… Normalde yağmur başlamadan eve girilir ama evin havası öyle bozmuş ki, dışarıda kopacak olan fırtına daha nazik görünüyordu. Gidecek bir yer gelmedi aklıma. “Dünyanın en kötü hisse ne?” diye sorsalar, aklıma bu gelirdi; gidecek bir yer bulamamak. Şirket içinde yıl sonu etkinliği yapılan bir gündü. Sene boyu böylesine sömürülen insanların bir etkinlikte nasıl bu denli neşeli ve kinsiz olduklarının şaşkınlığı ve yabancılığıyla bir köşede yalnız başıma takılıyordum. Arada insanların yüzlerini okumaya çalışıyor, arada da Defne’yi izliyordum. Siyah çizgili kırmızı elbisesi, üstünde ancak benim dikkatli bakışlarımla görülebilecek kedisinin sarı tüyleri, siyah külotlu çorap ve siyah maskülen ayakkabısıyla ne de güzel görünüyordu öyle. Omuzlarına yetişmeye çalışan gri küt saçlarını toplamaya çalışsam becerebilir miydim acaba diye sordum kendi kendime. Bu yabancılaştığım yerde kafamın içindeki sesler başka türlü bastırılabilecek gibi değildi. Gözümün daldığının farkında değildim, bir anda Defne’yi karşımda buldum, önce hayal sandım, sonra da Defne'yi hayallerle karıştıramayacağımı anladım. “Uzun uzun baktın,” dedi Defne, “bir şey mi diyeceksin?” afallamıştım, sanki ilk defa konuşuyormuşuz gibi gelmişti, “Gözüm dalmış, yine çok güzelsin.” dedim, ürkek bir sesle. Defne kafa sallayarak güldü, omzumu sıvazlayarak teşekkür etti. “Güzellik bakan gözlerdedir” diye ekledi. Bu cümle karşısında yine afalladım, erkekler güzel bir kadından iltifat alınca afallarlardı, alışık değillerdi. “Yine durgusun” dedi Defne, kaşım çatıldı, “siz hareketlisiniz ya işte,” dedim, “şirketinizin etkinliğinde eğleniyorsunuz…” Ürkek sesim kalınlaşmıştı, Defne’yle aramızdaki sıcaklık soğumuştu bir anda. “Somurtmaya gelmedik ki,” dedi Defne, “eğlendiğimiz de yok, ortama ayak uyduruyoruz.” Sustum, Defne kafasını çevirdi, sanırım gidecekti, bir şey demeliydim, güzel bir şey demeliydim, ya da bir öküzlük edip onu sinir etmeliydim, yine de gitmemeliydi, “ben ayak uyduramıyorum, ayaklarım geri gidiyor.” diye çıkıverdi ağızımdan. “O zaman neden geldin?” diye sordu Defne, bu sefer kafamı ben çevirdim, gitsin istedim, yüzüm düşmüştü, “Gidecek bir yer bulamadım” diyemedim. O gün eve dönememiştim, etkinliğe katılıp saat geçsin diye düşünmüştüm. Eve gidip kendimle baş başa kalmak istemiyordum, orası artık ev gibi değildi, dört duvardı, sivrisinekler bile girmiyordu, yerler karıncalanmıyordu, kuşlar bile balkona pislemiyordu, çiçeklerim solmuştu, orası artık evim gibi değildi… Etkinlik bitti, herkes evlerine döndü. Beşiktaş’ta Şairler Parkı’na atmıştım kapağı, hava kötüyse parklar hep kimsesiz olurdu, benim gibi. Yeni yetmeliğimde evden ilk çıkıp gittiğimde kaldığım park. Evsizlerle bir ateşte ısındığımız, şarap içtiğimiz, tribünden dostlarımın ya da tanıdıklarımın beni görmemesini istediğim yer. Alnıma ilk çise düşüp ilk gök gürlemesinden sonra bu gecenin parkta idare edilemeyeceğini anlamıştım. Eve gitmeliydim, insan kendi evine nasıl gidemezdi? o kadar zorlukla kurduğum, her sabah çıkarken akşamı düşündüğüm evime gidemiyordum. Aklıma Defne’yi aramak gelmişti. Defne’yle her zor zamanda birbirimize sığınabileceğimiz bir yoldaşlık bağı vardı aramızda. Birbirimize olan hislerimizi hiçbir zaman tam anlamıyla açamamıştık birbirimize, çünkü kendini sevmeyeni başkası nasıl sevsindi? kendini sevmeyen başkasını nasıl sevsindi? Telefon çalmaya başladı, açılmadıkça geriliyordum, bugün etkinlikteki iğneleyici laflarımdan ötürü açmayacağı kaygısına kapılıyordum. Tam aramayı bitireceğim anda Defne telaşla açtı telefonu, yetişmeye çalışırcasına. “Yemek yapıyordum, açamadım hemen.” diye kendini açıkladı, “Sorun değil,” dedim, değildi, “ben öyle bir aradım…” sustum, söyleyeceğim bir şeyler boğazımdan aşağı inmişçesine sustum. “Aradın, o zaman konuşalım” dedi Defne, telefondan gelen dışarı ortam sesinden dışarıda olduğumu anlamıştı. 

“Neredesin sen?” 

“Bilmiyorum…” 

Defne kızmıştı. “Ne işin var bu yağmurda dışarıda?” diye sordu sertçe, “burada ev yok  yok mu?” der gibi bir kızmaydı. Suskunluğumdan anlamıştı, “yine kötü bir şey olmuş…” Defne hep anlardı. Sanki Defne telefondan görebilecekmişçesine evet der gibi başımı salladım. “Gelirken ekmek ve içecek alırsın,” dedi, “masayı kurmaya yardım etmemek için kaytarma sakın, çabuk gel ıslanmadan.” İçim ısınmıştı. Maçka’ya doğru çıkmaya başladım, Kurtuluş’a ne zaman yolum düşse buradaki yaşanmışlıklar üzerine düşünürdüm. Tatavla zamanları, karda kışta elimde koliler, el arabası, kargo dağıtmaya çalıştığım zamanları. Pangaltı’da kışın balıkçı, sezon bitince de çiçekçi olan dükkana gelmiştim, dükkanın konseptinin mevsimden mevsime değişmesi üzerine felsefi çıkarımlar yapamayacak kadar ıslanmıştım. Defne’ye bir vazo Lavanta aldım. Yolda elimde çiçekle yürümekten çekinmiyordum, çünkü insanın eve dönmesi cüretkarlığını hiçbir şey bastıramazdı… Evin önüne gelmiştim, dilimin ucunda mırıldandığım “ellerimde çiçekler, kapında sırılsıklam görürsen bir gün şaşırma…” Kapının şifresini hatırlayamadım ve zile bastım. Defne’nin karşısına çıktığımda ıslak ve mahçup bir haldeydim, yüzümde salaktan bir tebessüm. Gündüz eli yüzü temiz adamdan eser yoktu. Defne şaşkınlığını gizleyememekle beraber “içeri gel”  dedi, çiçekleri kokladı, yüzünün hep çiçek kokusunu ilk duyumsadığı andaki gibi gülmesini diledim içimden. Yüzündeki kızgınlığı çiçeği görünce geçip, ıslandığımı ve yorgunluğumu görünce geri gelmişti. 

“Nedir bu halin?”

Bitkindim, koltuk ıslanmasın diye oturamadım, kapıda öyle dikildim, ev sıcak yemek kokuyordu, hiçbir şey yapmadan öylece nefes alıp vermek istiyordum. Defne hemen önceki gelişlerimden kalma kıyafetlerimi çıkardı, yatağın üstüne koydu, “banyoda yeşil havlu seninki, temizdir.” Bazı cümleler sanki insanın saçlarını okşuyor. Ceketimi astı, gömleğimin düğmelerini çözmeye başladı. Sıcak bir duş aldım, çıktığımda yatağa öylece oturdum. Odanın kapısından geçerken bana baktı, yanıma geldi, boynumu kokladı, bir öpücük kondurdu, kolunu kaldıracak halim yoktu, Defne’ye sarılmaktan başka bu dünyadaki hiçbir şeye mecalim yoktu. Gözlerinden öptüm, biri yetmedi, iki gözünden de. “Yemek hazır, soğutmayalım” dedi, senin sıcaklığında ne soğuyabilirdi ki? Pek iştahım yoktu, Defne’ye güzel olmamış gibi hissettirmemek için yemeye çalışmıştım. Defne masayı toplamaya koyuldu, “sen de yoruldun, ben hallederim” dedim. “o zaman çay koyayım ben de” dedi, söylediği ve yaptığı her şeyin bir odaya girmişim de içimden “burası iyi ışık alıyor, ne güzel çiçekler yetiştiririz…” diye geçmesi gibi kayıp kalbime geçiyordu. Ağırlık çökmüştü, koltukta sızmıştım. Varlığını hissediyordum, ortalığı topluyordu, beni izliyordu, bir kitapta okumuştum, insan uyurken izlendiğini hissedermiş. “Kalk yerine yat” demesini bekledim, böyle oyunlar oynayacak adam değildim ama ne yapayım bu cümleyi duymayı çok seviyordum, uykum hafifti ama duymazdan geliyordum. Çünkü biliyorum ki, biraz daha duymazsam gelir üstümü de örter, yanıma da kıvrılır, insanın iyi anlamda ne olacağını bilip bunu beklemesi ne konforlu şeydi. Kolumdan saatimi çıkardı, sağ bileğimdeki üzerinde beyaz yazıyla “kötü günde…” yazan bilekliğimi çıkarmaya çalıştı usulca. Canımı yakmamak için kıvrandı resmen kızcağız, çıkardıktan sonra bileğimdeki kesik izini okşadı, garibim, canımın yandığını düşündü belki de. Yazdığım bir şiirin ilk dizesini fısıldıyordu, “bileğimde bir kesik, üzülünce kanıyor…” Elimi çektim, yanıma uzandı, insanın günde 4-5 saat uyuma alışkanlığı olsa da güvende hissettiği yerde ne güzel dalıyordu uykuya, kabus görür müyüm diye düşünmeden. Gözlerimi açtığımda lambaderin ışığı yanıyordu, sabah oluyordu, Defne’nin gözbebekleri korkmuş gibi  büyümüştü, ne olduğunu sordum, daha cevap alamadan üst kattan gelen bağırış sesini duydum, parkeye bir şey düşmüştü, Defne’nin bu halinin sebebini anlamıştım. İnsanın yaraları insana geçerken bir uğramıyor, yatıya geliyordu. “Bir şey yapmalıyız,” dedi Defne, “ya evde çocuk varsa, ya bir yere korkudan saklanmışsa, ya battaniyeye sarılıp ağlıyorsa, bir şey yapmalıyız, kavgaya girmeden bir şey yapmalıyız!” Defne’yi sakinleştirmeye çalışıyordum, bir yandan da ne yapacağımı düşünüyordum. Belayı mıknatıs gibi çeken bir adamın bu kavgaya dahil olmadan bir şey yapması da güçtü nihayetinde. “Boktan bir tişört” dedim, Defne anlamadı, “Boktan bi tişört getir, ya da başka bir kıyafet, bir şey getir.” Arka odanın camından üst kata baktım, çamaşırlar asılıydı, Defne bir tişört getirmişti, tişörtü aldım ve üst kata çıktım. Kapıya vurdum, karşımda eli yüzü temiz ama çelimsiz bir adam. İlk hamleyi yaparsa diye tetikteydim, sonra kendime “sen ne diyorsun?” dedim, “aşağıda Defne var…” Tişörtü uzattım, “sizin ipten bizim ipe düşmüş galiba bu arkadaş, sizin mi bir bakar mısınız?” Adam tişörte bakmadan evet bizim dedi, gözlerinin içine baktım, sakin olmalıydım, teşekkür etti ve kapıyı kapattı. Aşağı indim, Defne ne yaptığımı sordu, “tişörtün düştüğünü söyleyip geri verdim” dedim. Rahatsız olduğumuzu anlamış olmalılar ki sesler kesilmişti, kavga dinmişti. İçim rahat etmedi, tekrar üst kata çıktım, kapıya yaklaştım, bağırış çağırış değil, inilti ve nefes sesi geliyordu. “İşte bu!” dedim içimden, “savaşmayın kardeşim, sevişin, sevişin…”Aşağıya indim, güvende hissedip uykuya dalma sırası ondaydı. Gözlerinden öptüm, biri yetmedi, iki gözünden de, gözlerini kapattı. 

Popüler Yayınlar