Fırça Darbesi
Etrafta hiç ses yok. O kadar karanlık ki, siyahtan öte koyu siyah sanki. Dar, hareket edemiyorum, üzerime bir şey düşmüş gibi ama üzerimde ağırlığı yok. Kollarımı oynatamıyorum, bacaklarımı denedim, kaldıramadım. Sadece kafamı oynatabiliyorum, yukarıya kaldırmayı denedim, bir tahtaya çarptım, sağa sola çevirmeye çalıştım, bir tahtaya çarptım, arasından toprak taneleri düştüğünde bir tabutta olduğumu anladım. Ne zaman ve nasıl girdim buraya bilmiyorum, başkaları mı beni buraya kapattı bilmiyorum. Kim toprak attı, kim toprak atmak istedi üzerime, kim beni bu çukura atıp tahtalarla kapatmaktan zevk aldı, kim toprağa tespihle oynamayı sevdiğimi bildiğinden tespih attı bilmiyorum. Elbette fikrim var ama dedim ya, bilmiyorum. Çıkabilecek miyim, birileri üzerimdeki bu ölü toprağını kaldıracak mı bilmiyorum. Kollarımı hareket ettirebilseydim kendim çıkabilirdim belki, en azından denerdim, biliyorum. Benden kurtulmak için üzerime attıysan o toprağı, uykuyla aram yok, hortlarım, biliyorsun. Acaba tabutta böcekler var mı, ben evde böcekleri öldürmezdim, onları öldürmeden “Seni burada istemiyorum” demenin yolunu arar ve dışarı atardım. Toprak da onların evi, acaba onlar da beni atacak mı, yoksa öldürmek mi isteyecekti bilmiyorum. Ses çıkarmalıydım, kafamı daha çok çarpmaya başladım tahtaya, dökülen toprağa aldırmadan, daha çok vurdum, acıyı umursamadan, daha çok vurdum, ses çıkarmalıydım... bir ses, “Ne yapıyorsun oğlum, iyi misin lan?” Uyandım, rüyaymış, ya da kabus, bilmiyorum. “Müdür falan görecek şimdi laf verme ağzına, kalk.” Bir nefes aldım, “müdürüne sokayım” diyerek kalktım. İş yerinin üst katında biraz soluklanayım diye başımı masaya koyup yorgunluktan sızmıştım. Kafamı masaya vurduğumu gören İsmail koşup uyandırmıştı. İçimden ona bu gördüğümü sonlandırdığı için teşekkür etmiştim. “Karpuz doğradım kardeş, kalk şunu gömelim de işlere başlayalım.” Öğle saatleriydi, bu sıcakta yenilecek en uygun şey karpuzdu. Şirketin sadaka niyetine verdiği market kartıyla karpuz, peynir tarzı ürünlerle idare ederdik günleri. “Kardeş, iflahımız sikildi,” dedi İsmail, “kışı özledim la, Mardin bile böyle sıcak olmuyordu.” “Bir şiir vardı İsmail’im,” dedim, “Sıcak saldırır bize, soğuk saldırır...”* İsmail ters ters baktı, “edebiyat yapacak halimiz mi kaldı kardeş” dedi, sanki başka halimiz vardı da...
Bir eylemin en zor yanı; başlamak diye düşündüm. Çalışmaya başlamak, yazmaya başlamak, mutlu olmaya başlamak, mutsuz olmaya başlamak. Hepsine başladıktan sonrası başlangıç kadar zor olmuyordu. Şu kargoları dağıtmaya başlamalıydık, çünkü eksik kişiydik. Bir hastamız, bir de yaralımız vardı. Bu kadar zayiat ancak savaşta verilirdi ama biz de zaten bir savaşta sayılırdık çünkü kapitalizm vardı. Hasta olanın belinde ağır taşımaktan fıtık, yaralı olanın da ayağında düşen ağırlıktan kırığı vardı. Bu olayların yaşandığı günde konu kime ne zeval geldiği değil, kargoları kimin taşımaya devam edeceğiydi, çünkü iş ve patronun kar hırsı beklemez. Kolları sıyırdık koyulduk işe. İsmail'le el arabalarımızı yüklediğimiz kolilerle Dolapdere-Taksim yokuşundan Talimhane'ye doğru çıkarmaya başladık, güneş tepede yüzüme yumruk gibi vururken arabanın ağırlığından kollarım titriyordu. Para birimleri paramızdan 30 kat değerli turistlerin otellerinin çakma bahçelerinde soğutucularla oturup bize küstahça ve bir cam fanusun içinden izlermişçesine bakışlarına kitlenmişken “Şu gölgede az duralım” dedim. İsmail yüksek sesle “fakire doğmayan güneşi de sikeyim” diye cevap verdi alnındaki teri havlu peçeteyle silerken. Bu, “oturalım kardeş” demekti. Kalkıp dağıtım bölgelerimize dağıldık, İsmail altı caddeden oluşan, tamamen turistler için tasarlanmış konseptiyle içinde nargileci, dövizci, market, telefoncu ve otel olan Talimhane'nin üç caddesini dağıtıyordu, geri kalan caddeleri de ben aldım. Buranın tek bir güzel yanı vardı, Sevgi Soysal Kütüphanesi... tüm bu yerle yeksan edilmiş kültürel belleğin ortasında düzenle bağları koparmış, ne de kendince duruyordu. Çerçeveci Cemil abi, eczacı Ecem, oto parçacı Sadık abi, reyoncu Dilan, bellboy Muhammed, masör Khali… tanıdık esnafa ve diğer emekçi simaların kimine kafa selamı selamı vere vere, kiminin elini sıkıp hatır sora sora kargoları dağıttım. Bir yeri atlayarak geçmişim, geri dönüp unuttuğum kargoyu teslim ettim. Bu ara bir unutkanlık vardı ama yine de bazı intikam almak istediğim insanların yaptıklarını unutamıyordum, onlar mıh gibi çakılıydı zihnime, mıh gibi. Talimhane'nin hemen dibinde yer alan bir televizyon kanalına geldim, kargoları teslim ettiğim muhaberat sorumlusu Cemal Aga karşıladı beni. Aga değil ama baba adamdır. İsimsiz gelen kitap kargolarını bana ayırır, kitapların pahalı olmasına içerlemek bir yana, ne zaman birinden kitap alsam çocuklar gibi şen olurdum. Hatta İsmail bazen Cumhuriyet Caddesi'ndeki İletişim Yayınları'ndan bana eşantiyon kitap getirirdi. Kargo gelmesinden şikayet etmediğim sayılı birkaç yerden biri de evimin sokağında bulunan Ferdi beyin sanat galerisiydi, her girişimde içerisi kahve ve kitap kokardı, sevimli iki köpeği bana heyecanla yaklaşırdı, asistanı Doğa'yla ayaküstü sohbetimizi ederdik, soğuk bir şeyler ikram etmeden bırakmazdı. Laf arasında konu sergiye geldi, sergi ve müze gezmeyi sevdiğimi, bir şeyler karaladığımı bilirdi. Bazen galerideki sergilere davet ederdi beni misafir kontenjanından, işçi sınıfı dayanışması kontenjanından yani, kodamanlarla aynı ortamda gerilirim diye nazikçe “daha sonra bakarız” derdim, “siktir et” demek istediğimi anlardı. Kahvesinden bir yudum alıp iki yana gerilip tebessüm eden dudaklarından üç harf çıktı, “şey...” bekledim, güldü, güldük. “Bir sergi olacak, konsepti de kör sergi, yine reddetmeden hızlıca içeriğini anlatayım dedim, belki ilgini çeker...” İsmi fena değildi, herhalde bu zenginler gözlerine bir şey bağlıyorlardır can sıkıntısından diye geçirdim içimden, böyle gülümseyerek anlatınca nasıl devamını dinlemeyeceksin ki... “neymiş bu kör sergi?” diye sordum, “eserlerin sahipleri de sergide olacak, hatta her davetlinin eserleri de sergilenebilecek ama eserlerin künyesinde sanatçılara dair bilgi verilmeyecek, sadece tek bir cümle, dize ya da kelime kullanma hakları olacak ve tüm davetliler eserini tanımadıkları sanatçıları rahatça eleştirebildikleri gibi, eserin sahibinin kim olduğunu da tahmin etmeye çalışacaklar.” Kulağıma hiç fena gelmemişti, hatta eğlenceli bile gelmişti. “Nerede olacak peki?” diye sordum, “Bomonti'de de, nasıl yani,” dedi, “gelecek misin?” Bakılırdı, bakılır...
Sergi günü gelmişti, sabaha karşı Taksim'den metroya binmiştim, trenin içinde durak isimlerine bakarken tek tek her duraktan bir şeyler anımsarken buldum kendimi. Şu durakta inip Şampiyonlar Ligi maçına gitmiştik, diğer durakta raylara atlamayı düşünmüştüm, şu duraksa... o durağı hiç sevmem çünkü o durakta inip işe gidiyordum, ah işte bu durak, bu durak hem deniz görüyordu, hem de telefon çeksin diye bekleyip Bakırköy'e gidiyor olduğumu bana hatırlatan duraktı. Galerinin etrafında kimse yoktu, Bomonti sokaklarının sakinliği kendini hissettiriyordu. Apartmanların kapısının camında yazan “satıcı, dilenci ve anketör giremez” yazıları burada benim gibilerin nasıl istenmediğini ve yalnızlığımızı yüzüme vuruyordu. Sabaha karşı galerinin önüne bıraktığım resmi belki yoldan geçen bir kağıtçı alır diyerek uzaktan gözetliyordum. Galeriye ilk gelen Doğa'ydı. Resmi gördü, eline aldı, inceledi ve etrafa bakındı. Beni göremezdi, çünkü isteyerek ya da istemeyerek hayalet olmayı iyi becerirdim. İçeriye seslendi, onu ilk kez bağırırken görmüştüm... “Bu tablonun burada ne işi var?” Kamerada ben olduğumu tespit edemezlerdi, o yüzden rahattım. Hiçbir şey olmamış gibi içeri girdim, gözlerim Doğa'yı aradı, telaşlı telaşlı misafirlerle ilgileniyordu. Selam bile vermedim, bir de benimle ilgilenmesi gerekiyormuş gibi hissetmesini istemedim. Alkol içen tek kişi bendim, çünkü daha servis başlamadan barmenden rica edip almıştım kendi içkimi. Bir elimde kadeh, bir elimde evimin Beşiktaş amblemli anahtarlığı, tablonun önünde öylece dikiliyordum. Çağdaş sanat diyorlar sanırım, ne kadar bakarsam bakayım bana bir şey çağrıştırmayan bir resim vardı önümde, bir ip, öylece dolanıyor... Yanındaki tablonun karşısında da insanlar toplanmaya başlamıştı, görmezden geliyordum, herkesin yaptığını yapmak bana göre değildi çünkü. Resmi inceleyenler bir şeyler fısıldıyorlardı birbirlerine, “bu iyileşmeyi temsil ediyor bence,” “hayır bu bir travma!” “fakat balkon ve halat...” “hayır bu depresyon da olabilir,” “peki trenin tutamaçlarına kollarından bağlanmış ve göğüslerinden kan akan insanlar da neyin nesi?”
Resmin bir köşesinde bir oda, insanlar bir tabloya bakıyor, yanlarında bir adam, başka bir tabloya bakarken onları dinliyor, arkasında bir kadın, her ikisine de bakıyor, resmin bir köşesinde sanat galerisi önüne bırakılmış bir tablo... Hepsi kafasını bana çevirmişti, gerilmiştim. Doğa'yı aradı gözlerim, arkamdaydı, “tabloyu ben vermiş olsaydım buraya koyulmazdı” dedim, “bakılırdı,” dedi, belki de bakılırdı. “Zeminle aynı renk yazmışsın, onlar görmeyebilir ama ben gördüm” dedi, “neyi?” diye sordum bilmiyormuş gibi, aslında görünmesin istiyordum, anlayanlar görebilirmiş demek ki. “Umarım bu iyileşmiş halimizdir” dedi, görmüş gerçekten de yazdığımı, “umarım” diyebildim sadece, kadehlerimizi tokuşturduk. İyileşmeye.