Yarı

 Bazen bulutlar çok hızlı gidiyorlar, nereye gittiklerini bilmiyorum. Göğün bir sınırı var mıdır? çarpıp geri mi dönerler yoksa bir yere varırlar mı? Yol yorgunuyum derler ya, bir de bir yere varılmayan yolun yorgunu olmak var ki o fena. Martılar, yarasalar, uçaklar, sigara dumanları bu uykusuz şehrin tepesinden nereye giderler? Uykusuzdur bu şehir, bizim gibi. Kediler çöp konteynırının yanındaki kartonlarda rahat dalamazlar uykularına, otellerin resepsiyonistleri bir boşluk bulup uyuklayamazlar. Gürültüsü, patırtısı, kavgası bitmez. Bu şehir gibi sarhoş, şehir gibi uykusuz. Bazen Yunus’a mı anlatıyordum yoksa kendi kendime mi konuşuyordum bunları bilmiyorum. Yunus duyma engellidir ama uydurmaz. Sarhoş olmadığı zamanlarda da iyi görür. Bu moloz yığını kentsel dönüşüm evlerinden birinin çatısında yıldızlara bakarken bunları anlatmıştım. Duymazdı ama kalbiyle dinlerdi. İçimi dökmüş kadar olurdum. Yunus ismini kendi koymuş, adını bilmiyormuş, sokağa terk edilen pek çok çocuk gibi. 


Bir el vardı ensemde, bileğine kadar ulaşabiliyordum ama benden güçlüydü. Kafamı ben değil o kaldırabiliyordu, o eğiyordu. Büyük bir akvaryumun içine sokup sokup çıkarıyordu. Yüz sekiz saniye saydı, çıkarmadı kafamı, balıklar yüzüyordu, bir tanesi yardım etmeye çalışır gibi bakıyordu, rengi turuncuydu. “Yunus boğuldu,” dedi, “bu akvaryumda.” İnsanın akvaryumda olması sorun değil de, akvaryumun camlarına çarpıp çarpıp dışarıda bir okyanus olduğunu gördüğünde koyuyordu. Gözlerim, kulaklarım, burnum, ağzım su dolmuştu, saniyeleri dinlemeyi bıraktım, kendimi bıraktım, dirseğime akan birkaç damlayı duyumsadım, sinkaflı bir küfürle açmaya çalıştım gözlerimi, uyandım, karşımda saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırmış güzel bir hemşirenin kaşları çatılıverdi, serumu takarken kolumu oynatmışım ondan damlamış meğer, “küfür size değildi,” diyemeden, özür dileyemeden döndü arkasını gitti. Haklıydı. Çıkardım attım serumu. Uyuşuk olmayan elimle ilikledim gömleğimin düğmelerini, kabanımı giyip çıktım hastaneden. Hastane bahçelerinin ne kadar hastaneden farklı olduğuna takıldı gözüm, eğer bir kıyısında köşesinde hastane olmasaydı festivallerin düzenleneceği, insanların hafta sonları kamp sandalyeleriyle oturacağı bir şehir parkı olurdu herhalde. Hastaneden çıktım, mezarlığa doğru yürümeye başladım, ölenle ölünmüyordu ama mezarlıkla da kalınıyordu bir şekilde. Ölüm gidene değil kalana zormuş, kalan mezar taşına oturup, elini toprağa sokup ölüsünün elini tutmaya çalışırken içi kormuş, orada kendine çok soru sormuş da cevap yokmuş. 

Mezarlığın başında otururken Yunus gelmişti, kafası bir dünya. “Kara toprak,” dedi, “baka baka gözün karardı o toprağa.” Kararmasa da morardı, içi kırmızı, altı mor, iki çift göz onca renk varken kara kara düşünen o. 


Bu mezarlıkta tanıştık onunla, ziyarete gelenlerin yakınlarının mezarına çapa yapar, üç beş yolunu bulurmuş. “Sen çapa yapacağına gassal olsaymışsın,” dedim, duymadı tabii, bağırarak tekrarladım, güldü, “içimde ölenleri nasıl yıkayacağım?” dedi. Ne diyeyim ki, bazı cümleler tokat atıyor insana, bir utançla başını eğip susuyorsun konuşacak bir şey bulamayıp. Neden o halde olduğunu bilmiyordum, merak ettim ama sorasım yoktu, birini ne dinlemek ne de bir şey anlatmak istiyordum. Yalnız kalabildiğimi düşündüğüm tek yer bu mezarlıktı, ben ve ölüler, onlardan tek farkım toprağın üstünde olmaktı. “Neden buradasın?” Diye sordu, sustum, “burada kalınca mezardan çıkmıyorlar,” dedi, sustum. “Sen neden buradasın?” Dedim, “ölülerin olması gerektiği yerdeyim,” dedi, “ben aslında ölüyüm, bu dünya benim cehennemim. Cezam bu mezarlık, bu ölüler, senin gibi yaşadığını zanneden ölüler, bu topraklarla, taşlar, ağaçlar, bu karga sesleri, bu karanlık çıtırtılar. Sen sanıyor musun ki hayattayız? İkimiz de aynı mezardayız, sen sadece ölümünü kabullenmedin.” Tertemiz delirmiş diye düşündüm, zaten insanlar hep gözümüzün önünde delirirdi, yavaş yavaş. Bir deliye hak vermek benim için şaşırılacak bir şey olmayabilirdi. Bazı çiçekler mezardaki topraklarda açıyor, sırf mezarda diye sevilmeyince yerini toprak altıyla değiştiriyor olabilirdi. Cennet ve cehennem üzerine pek kafa yormazdım. Bazen isyan eder, bazen “şükür bugünümüze,” der geçerdim, Yunus’un söylediğine takıldı kafam, cehennem var mıydı, yoksa bu dünya önizleme miydi? Belki de kendisi. Bazen soğukta içimiz yanar, sıcakta içimiz üşür. Belki de ölmüştük, cezamız bu dünyaydı. Kafamı karıştırdı. Bu dünyada çektiğimiz sadece sınav bile olsa, yarına olan merak insanın diri olduğunu hatırlatan en doygun histi. Yarın cehennemse, onu da merak ederiz. Yeter ki yarın olsun, bugün dayanılmaz olduğunda, yarın olsun. Elinde bir tane çekiç, beş litrelik su şişesi, beni burada bulacağını bildiği için buraya gelmiş, çünkü bazen birini mezardan çıkarmak için mezara girmek gerekirmiş. Belki kısa bir hikâye bu, belki yarım denir arkasından, bazen böyle olması gerekir, çünkü hayatta her şey yarım kalır da ondan. 

Popüler Yayınlar