Akşam


Arabalar geçiyor beyaz şeritlerin üzerinden, arkalarında kırmızı ışıklar, aceleci kornalar. Evlerine dönüyor birileri, gök kızıla çalıyor, metrobüsler, kalabalıklar. Mecidiyeköy’de altından her metrobüs geçtiğinde titreyen bir üst geçitin korkuluklarına yaslanmış, başım öne düşmüş, gözlerim metrobüs güzergahına dalmışken, bir zamanlar bu rotada ne kadar durağım, inecek, gidecek yerim varmış diye düşünürken, hareketsiz gözlerimin önünden hareket eden bir sürü şey geçerken, ben öylece kalmışken, amcanın biri “Mecidiyeköy’e nasıl giderim?” Diye sorarken irkilip kendime geldim. Alt tarafı bir fırına gidecektim oysa, abartılı ve zamansız duygulara gerek yoktu ama apansız giren ağrılardan gidecek bir yer bulamamak varken bu imkansız gibiydi. 

Çocukluktan kalma bir ramazan ayı, iftar saati ezan okunurken, akşam çökerken, pencerelerden çatal bıçak sesleri boş sokakta yankılanırken arkadaşları evlerine yemeğe çağrıldığı için futbol topunu da götürdüğünden, kaldırımda yalnız başına oturup diğer evlerden gelen yemek kokusunu ve sesleri duyduğum akşamlardan biri gibiydi, tek fark bir hastane bahçesindeydim. Hastanenin bahçesinin demir korkuluklarından ötede geçen otobüslerin tabelalarına bakıyordum. Gitmek istediğim yerlere giden otobüslere. Gidemiyordum. Akşam olurken güneşi sırtlayan gökyüzü gibi boğazım bir yumruyu sırtlıyordu, batıyordu, gözlerime vururdu yaş niyetine. Akşam olurken çok canım yanar, sanki bir saat, bana gaddarlık yapar. Ortada kuyu var yandan geç misali canımın yandığını edebiyatın etrafında dört dönerek anlatacak mecalim olmayabilir her zaman, bazen sadece canımın yandığı kadarını dile getirebilirim de. Akşam, akşam olurken benim canım çok yanar. Asiliğimden benimle pek muhatap olmayan hemşireler yerine güvenlikler artık içeri girmemi söylemişti, girmiştim. Oda arkadaşım Ece diye bir kız, annesi Özgül teyze ve teyzesi Nurgül abla. Asla onu yalnız bırakmazlar, bense tek başımaydım iki gündür, hiç ziyaretçim gelmemişti, eve çamaşır almaya gidenler iki gündür dönmemişti. Ece’ye günün her saati ziyaretçi gelirdi, her gelen farklı bir hediye, farklı bir yiyecek, içecek, sevgi, ilgi. Ben her biri geldiğinde yavaş hareketlerle dışarı çıkmaya çalışırdım, onlara bakmıyormuş gibi yapmamak için, imrendiğimi görmesinler diye. Ziyaret saati bittiğinde, gelip içeri giremeyenler olur, annesi ve teyzesi Ece’yi çıkartır dışarı, yürüyüş yaptırırlar. Ben de biraz yalnız kalabildiğime sevinirim, ağlarım. Geri döndüklerinde birkaç paket annesinin, birkaç paket teyzesinin elinde, sıcacık ekmek kokusu dolar odaya. Fırıncılık yaparlarmış, çeşit çeşit ekmek getirmişlerdi hastane yemeklerinden bıkmışsalar diye. Nurgül abla tüm sevecenliğiyle odanın kapısından girip bana doğru yürüdü, hediyeleri getirdi, “bak Emir, içeri gelemediler ama sana da hediye almışlar,” dedi. Yalan olduğunu anlayacak, ama anlamamış gibi yapmam gerektiğini de bilecek yaştaydım. İçten içte sevindim de, en azından biri beni düşünmüştü. Mahcup bir teşekkürle aldım paketleri, açamadım. Ekmekten yiyemedim, yiyemeden boğazıma dizildi. Tuvalete diye çıktım. Mahcubiyetten yerin yedi kat dibine girmiş gibiydim, koridorda bir sandalyeye çöküp öyle oturdum. Bir duvara elimi koydum, sanki yer beni yedi kat dibine çekerken beni yüzeyde tutsun istemiş gibi. 

Ece benden önce taburcu oldu. Özgül teyze Şişli’de bir fırınları olduğunu, ne zaman istersem kapılarının bana açık olduğunu, beni beklediklerini söyledi. Sırf bana üzüldükleri için benimle ilgilenmelerinden sonra onların karşısına bir daha çıkabileceğimi sanmıyordum, yıllar sonra, gün batana, metrobüs duraklarına bakarken uzaklara daldığım ana kadar. Kapıdan girdim, ufak bir tebessümle “hayırlı işler,” dedim. Özgül teyze gözlerini kıstı, kafasını olduğu yerde hafif sağa yatırdı, dudağının kenarıyla yanağının arasında bir çukur oldu, bütün sevecenliğiyle “ah,” dedi. Şaşırmıştı ama tanımıştı da, tanıdığına sevindim. Hemen içeri buyur etti, sıcak bir çay koyup, tabure çektikten sonra aç olup olmadığımı sordu. Bana çok şefkatli davrandılar. Giderken 2-3 poşet farklı farklı ekmeklerden koydu, kurabiyelerden, hamur işlerinden. Para almamak için çok uğraştı ama siftah atmak adettendir, ben de artık büyümüştüm, verdiği ekmekleri yiyemesem de elim ekmek tutuyordu. 


Fırından çıktım, yavaş adımlarla yürüdüm, elimdeki poşetlere baktım, gördüğüm ilk evsizin eline tutuşurdum poşetleri, yiyemeden yine boğazıma dizilmişti ekmekler, çünkü akşam oluyordu.

Popüler Yayınlar