Maskenin ardında
Bir silüet; aynada mı yoksa karşımda mı belli değil. Çenesi tanıdık, gözleri kapanık, dudakları çatlak, kaşları çatık. İçine kapanık, bir kelepçe takılı, ayna karşısında ellerini önüne koyuyor, sanki sanık. Bir maske takıyor kendini tanımamak için, yazık. Aynanın önüne kendini koyuyor, aynadakini kendi sanıp. Kırık kalpler, kırık camlar, kanlar. Yürüyorum, sokakların sonu hep aynı yere çıkıyor. Farklı bir yere çıkmasını bekler gibi sağa sola koşturuyorum, hep aynı sokaklar, aynı çıkmazlar. Maskeli insanlar üzerime üzerime yürüyor, sanki bir zombi filminde gibi, kaçmıyorum, bu sefer benim de yüzümde bir maske var, beni kendilerinden sanacaklar biliyorum. Kaçmıyorum ama kalmıyorum da, bu maske yüzümü sıkıyor, anlıyorum da, yapıştı artık. Ben çıkarsam, sanmıyorum da, anlıyorum, kabuslara alıştığımdan beri belli bir süre gördüğüm şeyin kabus olduğunu artık anlıyorum. Uyandım, yüzümde bir maskeyle sızmışım tezgaha biraz kafamı yaslamışken. Dışarıda tipi var, kapının altından soğuk gelmesin diye bir şeyler sıkıştırdığım boşluğu kapattım ama hayatın cereyan yapan pencereleri rüzgardan çarpıp çarpıp duruyor, ne yaptıysam kapanmıyor. Ne yaptım? Bilmiyorum. Bazen iyi, bazen kötü. Yüzsüzlerin yüzlerine taktıkları maskeleri gördüğümden beri maske yaptım, maske sattım. Böylesi bir yüzyılda maske satma fikri bana mucit gibi hissettirmişti. Yüzsüzlere, ikiyüzlülere maske. Seks partilerine, siyasi partililere, bürokratlara, eskortlara maske. Tüm meslekleri sahiplerinden değil, şoförlerinden, asistanlarından öğrenmiştim, nihayetinde bir maskeciye de ifşa olmak istemezlerdi. İfşa olanlarsa ünlü değillerdi, hayatındaki insanları aldatmaya çalışan iffetsizler, hırsızlar ve kiralık katillerdi. Hepsinin aldığı maskeler ne olduklarını az çok gösteriyordu. Dükkanın güvenlik kamera ekranını herkesin görebileceği bir noktaya koymuştum. Katiller mutlaka maskeyi denemek için taktıklarında o ekrana bakarlardı, güvenlik kameralarından nasıl göründüklerini merak ederlerdi. Eskortların umurunda olmazdı güvenlik kameraları, onlar telefonlarının ön kamerasından bakarlardı, onlar için maskenin kullanım amacından çok aksesuar olarak nasıl göründüğü merak konusuydu çünkü. Hırsızların o kadar da umurunda olmazdı o maske, çünkü yeterince hızlı koşuyorsan yüzünün görünmesi o kadar da önemli değildir sokakta. Yardımcılarını maske almaya gönderen zenginlerse mutlaka o maskeyi taktırır boy aynasından bir fotoğraf görmek isterlerdi, yüzde nasıl durduğu, defolu olup olmadığı günün gecesi için mühimdi. Peki ya ben? Benim de yüzümü kimse göremiyordu, çünkü artık onlar gibi maske takıyordum. Görünmemek için, belki de katil olduğum için, ya da başka bir şeylerden bilmiyorum ama bildiğim bir şey varsa onların arasındayken maske takmam şarttı. İstediğinde çıkarabildiğin, istediğinde ben buyum diyebildiğin bir maske. Bu işi yaparken her şeyi hesapladım, buraya girecek herkesi bile, giremeyecekleri, maskenin arkasında kim olduğunu öğrenmeye çalışacak olanları bile ama atladığım bir şey vardı, hangi maskeyi takarsak takalım maskenin ardındaki değişmiyordu. Dükkanda çalan piyanonun sesine bir topuklu ayakkabı sesi karışıyordu, gitgide yaklaşıyordu. Gelen Hanna’ydı. Akıl hastanesinin benden sorumlu olan kıdemli psikiyatristi. Cezayir asıllı bir fransızdı, Lape hastanesinin bahçesinde hava alırken hep beni izlerdi, izlendiğimi hissederdim ama belli etmezdim. Tam içeri geçecekken yanına çağırırdı, sadece yakından değil uzaktan da izlerdi. Ona hiçbir şey anlatmadım ama anladığı şeyler de vardı. “Sen yakına bakmıyorsun, uzaklara bakıyorsun,” derdi, “yakına bakmadığını yakınındakileri görmezden gelmenden anlıyorum.” İnsan uzun bir süre susunca, konuşmanın o kadar da gerekli olmamasına alışıyormuş, ben de yeni yeni öğreniyorum. “İnsan uzaklara özgü bir varlıktır,” der, Heidegger, “hep kendinden başka yerdedir.” dedim, başka yerleri sordu, sustum. Soru yağmuru halinde ilerleyen diyaloglardan nefret ederim çünkü. İyileştiğimi sanıp hastaneden beni çıkardıklarından beri Hanna’yla iletişimi koparmamıştık, çünkü bir deli olduğuma asla inanmamıştı. İki tane hasta bakıcının burnunu kırıp gömleği tersten giymeyi reddettiğim gün, gömlekleri ütülü ve pantolonumun içine atarak giydiğime inanmıştı Hanna, o gömleği benden uzaklaştırmıştı. Ona gittiğim müzelerden, sergilerden, okuduğum kitaplardan bahsetmiştim, bunların hayal değil gerçek olduğuna inanmıştı. Çünkü hepsine o da gitmişti, o da okumuştu, yabancı bir evin tanıdık kitapları gibi, aynı kumaşın farklı desenleri gibi hastanede bir deli bir akıllı olarak rastlamıştık birbirimize. Gördüğü bu hal hoşuna gidiyordu, iyileştiğimi zannediyordu, belki de beni onun iyileştirdiğini zannedip eserini görmek hoşuna gidiyordu. Yanılmışım oysa, bu sefer bir müşteri olarak gelmişti, maske konseptli bir davete gidecekmiş, erkeklerin tek tip smokin, kadınlarınsa tek parça siyah elbise giyeceği bir davet. Seçti, beğendi ve aldı maskeyi, ücretini kabul etmedim, “senin paran burada geçmez,” dedim, “paranla alacaksan başka dükkana.” İnadımı iyi bilirdi, üstelemedi. Beni de davet etti, tüm hastane personelinin davetli olduğunu, herkesin de yanında bir misafir getirebileceğini söyledi. Bana bir gömleği tersten giydirmek isteyenlerle hastane dışında olmak nasıl olurdu diye düşünüyordum.
Daveti kabul etmiştim, gömleğimi ütülü bir şekilde giymiştim. Maskeden dolayı tanınmayacağımı da biliyordum. Kimsenin gözüne bakmıyordum, eğlenmiyordum, hareket etmiyordum, sadece kolluyordum. Davette değil erketedeydim sanki. İki kişi… yan yana gezen, hiç ayrılmayan iki kişi ilişti gözüme. Boyları, kiloları, onlara dair hatırladığım tek şey. Seslerini duymam gerekiyordu, bana dokunmaları gerekiyordu, bağırmaları, küfür etmeleri, ancak öyle hatırlayacaktım belki de. Bana hastanede işkence eden o iki kişi. Üçüncüsü… neredeydi? Üç kişilerdi, o ikisini izleyen bir de üçüncü vardı, sadece izleyen, ne dahil ne de engel olan. Düşünmekten kafayı yiyecek gibiydim, okeydeki tek eksik taşım, neredesin? Yoktu. O yumuşak odanın hiç yankı yapmayan sesleri, tok sesleri yoktu. Kulağımda yankılanıyordu, çınlıyordu, daveti birbirine katmamak için durmak zorundaydım, kulaklarım çınlıyordu, sakinleşmeliydim. O yumuşak oda dedikleri, oysa ne kadar sertti. Yapılan konuşmaların, verilen ödüllerin ardından saçma ve içi boş davet bitmişti, o ikisini takip etmeye başlamıştım ama bir yerden sonra yolları ayrılmıştı, ilaçların etkisinden yüzlerini hatırlayamadım hastanede ama artık cüsselerini ve ses tonlarını unutmazdım. Birini takip etmeye devam ederek diğerinin yerini de öğrenecektim. Diğerine kafamı çevirdiğim sırada bir patırtı koptu, araba çarptı, çarptığı anı bile göremedim, bedeni havalandı, uçtu, kondu. Araba durmadı, öbürüyse kaçtı, sanki olacağını biliyormuş gibi kaçtı. Sanki sıranın ona geldiğini biliyormuş gibi. Afalladım, peşinden gidemedim. İstediğim, istemeden olsa da oldu. Kaldı iki, bu okeyin bitmesi için iki taşa daha ihtiyacım vardı. Olayla ilgili soruşturma başlatıldı, davetlilerin hepsinin ifadesi alındı. En büyük şüpheli bendim, çünkü onlara zarar vermiştim. Hanna geldi, polislere benim böyle bir şey yapamayacağımdan bahsetti ama davette herkesin tek tip olması soruşturmanın bir an önce kapatılması ve bir suçlu bulunmasını gerektirmişti. Hanna bana yine inanmıştı, sayesinde benden şüphe edilmemişti. Dükkana döndüm, oturdum düşündüm, kalktım yürüdüm, durdum düşündüm. Kumarhanelerdekine benzer gibi yaptırdığım arka taraftaki tek göz odama geçtim, ışığı açtım, yerde iki tane maske vardı. Birisi arabanın çarptığı cesedindi, diğerini hatırlayamadım. Koltukta ellerini çenesine koymuş, kambur bir şekilde oturan Hanna. Elleri kan olmuş, titriyordu. Oysa ben ellerini hep ojeli görmüştüm. Ayağa kalktı, bana yaklaştı, “Arıyordun, buldun.” Bu ne aramak, ne bulmak… “Bendim,” dedi, “aradığın o üçüncü kişi bendim.” Oysa beni merak ettiği için geldiğini zannediyordum dükkana, meğer sadece vicdan azabıymış. “Hep sustun. Adını bile söylemedin. Sana yapılan hiçbir şey seni iyileştirmek için değil konuşturmak içindi. İlaçların ve iğnelerin etkisiyle sayıkladıklarından çıktım yola, çıktığım yolda bu maskeyi niye taktığını, bu maskeciyi niye açtığını buldum. O hasta bakıcılara çıkardığın zorluktan artık onların zevk almaya başladığını, sana zor kullanarak kendilerini rahatlattıklarını fark ettim. Fark etmediğim daha neler yapmışlardı bilmiyorum. Senin yanında üç kişiydik, sen öfkeliyken onların müdahale etmesi gerekiyordu, benim yanımda sadece seni tutuyorlardı ama bu gitgide sistematik bir hal almıştı. Dayanamadım, bir gün sana ve diğer hastalara yapmak istedikleri şeyleri duydum, oysa bunun bir gereklilik olduğunu zannediyordum, buna ben onay veriyordum. Bilmiyordum, bunu yaparken bundan zevk alabileceklerini bilmiyordum. Belki onay vermeseydim, anlatırdın, sadece müzeleri değil, kendini de anlatırdın, benim yüzümden, hepsi benim yüzümden.” Hanna ikisini de gebertmişti, ikisinin de maskesi düşmüştü. “Sen sanıyor musun ki bir deli sensin? Akıllı rolü yapmak, her gün, nasıl bir delilik biliyor musun?” Dedi Hanna, “Hepimiz deli doğarız, sadece bazılarımız öyle kalır.”* Ben kalamadım, gidemedim de. Tüm bunların bir rüya olduğunu düşündüm, yine o halüsinasyonlardan birini görüyor olmalıydım, bu kadından orada bile bir katil yaratamazdım. Zaten yaratamamışım, sonradan öyle olmuş. Madem rüya değil, bu sefer Hanna’ya inanma sırası bendeydi. Deli olduğuna inanmanın sırası.
Sana bir masal anlatmıştım, ilaçların etkisindeydin ama çok hoşuna gitmişti, hatırlıyor musun?” Dedi, “Hatırlıyorsan bana hatırlatır mısın?” Kafamı salladım. Bir boyun borcu gibi anlatmalıydım bu masalı, “şu durumda ne masalı” deme lüksüm bile yoktu. “Çok çok eski zamanlarda, atları tımar edecek insan bulamazlarmış. Ne yapsak diye düşünmüşler, deliler zaten bir işe yaramıyor, koyalım çiftliğe atları tımar etsinler demişler. Atlar heybetli, büyülü hayvanlarmış, kendilerini sevdirir, sevenleri de severlermiş. Gel zaman git zaman bu efsunlu halleri delileri iyileştirmeye başlamış, deliler iyileşivermiş. Madem öyle, tüm akıl hastalarını çiftliğe götürelim, orada atlarla kalıp hem onları beslesinler, hem tımar etsinler hem de iyileşsinler denmiş. Bu kadar işin yapıldığı yere sadece çiftlik demek olmaz bir isim bulmak lazım diye düşünmüşler. Tımarhanede bile bu kadar insan iyileşmiyorken, burada bu kadar tımar ediliyorken tımarhane buraya daha çok yakışır demişler ve artık oranın adı tımarhane olmuş. Tımarhane ismi de buradan gelirmiş.” Burada at yok, sadece tekmeleri var Hanna, at yok, sadece deliler var.