Beyoğlu’nda bir kumar
Normalde anahtarım varken zile basmak ve kapıda karşılanmak en rafine zevklerimdendir ama bunu bazı günler rafa kaldırırım. Marketteki Rıfat abiyle siyasi analiz işine girişmeden “hayırlı işler,” diyerek çıktım. Kapı girişindeki kedilere ve Cihangir esnafına kafa selamı verip apartmana girip yukarı çıktım. Üstümü başımı düzelttim, gömleğimi pantolonumun içine soktum, serserilik eder gibi değil de iş çıkışı arkadaşlarla iki tek atıp kalkmış düzenli ve sorumluluk sahibi bir adam gibi görünme düzeltmesi. “Geç kalmam,” diyerek geç kaldım çünkü yine, biraz surat yapılmasını da hak etmiştim yapacak bir şey yok. Biz o kadar da dakik insanlar değilizdir belki de diye kendimi aklamaya çalışırken bazen bir terlik görmenin insana nasıl iyi gelebildiğini sorguladım kendimce Eylem’in kapının önünde hep aynı yerde duran 37 numara terliklerini görünce. Kapıyı açıp içeri girdim, salonun girişinden bir gülümseme atıp kafa selamı verdi. Demini almış belli. Ne zaman bir şeyler kontrolünden çıksa, kendi, kendinin kontrolünden çıksa, çoraplarını çıkarır, çıplak ayakla yerde oturur ve karşıda görünen boğaz köprüsünün yarısını ve denizi izlerdi. “Yıkılmadım, şöyle bir devrildim. Azıcık dinleneyim yine kalkarım.” oturması. Mahcup bir gülümsemeyle yaklaşıp, saçlarını boynundan ayırıp boynuna bir öpücük kondurup bira poşetiyle beraber karşısına çöktüm, birini açıp önüne koydum. Gülmeye başladım. Ortamın tüm ciddiyetini alaya alır gibi bir sarhoş gülümsemesi. O da güldü, çünkü o öğretmişti bana bunu. Boktan anların birinde ortamın kasvetini bir kahkahayla dağıtıp beni de güldürmüştü, şarkının “sana gülmeler yaraşır” kısmı gibi, “önce gülelim, sonrasını hallederiz.” der gibi. Çünkü gülmek bulaşıcıydı. Gülerek doğruldu, “sen yalnız devam edeceksin çünkü geç geldin,” dedi, “üstünü ört,” dedim, “üstünü ört de kaldırma beni kontrol etmek için.” Pikaba bir Neşet Ertaş plağı taktım, kendi kendine tıngırdıyordu. Birayı diktim kafama, parkeye öyle uzandım.
Bir piyano sesi duyuyordum, yavaşça basılan yumuşak bir elin çaldığı, yumuşak bir parmağın bastığı, uzun tırnakların değdiği bir piyano. “Yıkılsa da kaldır, ne kadar başı dumanlı da olsa dağ dağdır…” diye bir ses. Kabusları rüyaya çeviren, rüya sandığımı gerçeğe çeviren şefkatli bir ses. Yataktan kalkıp içeri gittim, piyanonun başında oturuyor, pencerenin kenarında iki fincan kahvenin buharı tütüyor, Eylem gülüyor, bense her zamanki sabah suratsızlığım ve gülümsemeye çabalayışım. Yüzümü yıkayıp geldim, pencerenin yanına oturduk, bir gemi bağırdı, bir martı, bir yoktu, bir vardı. “Ben gençken Haliç Köprüsü griydi,” dedi, “insanları intihara teşvik ediyor diye maviye boyadılar.” Karşıdaki boğaza baktım, köprü griydi, ona babamın ben beş yaşındayken kendisiyle beraber beni de atmak için boğaz köprüsüne çıktığından bahsetmedim tabii, “keşke insanları intihara teşvik eden şey köprülerin rengi olsaydı,” demekle yetindim. Dün geç geldiğim için bana uyuz olmuş, içince de unutmuş, bir poşet verdi, içinde Aslıhan sahaflar pasajından aldığı iki tane çerçeve vardı. “Sen seversin,” dedi, nasıl sevmem ki? Çerçevelerin içinde iki tane kartpostal, çerçeveye zarar vermeden paslanmış çivilerini çıkardım, kartpostalların birinde 70’ler Como’nun resmi, diğerinde 80’ler Galata Köprüsü vardı. Sahaflarda içinde not yazan kitapları asla satın almazdım, başkalarının anılarını, duygularını eve taşımak istemezdim. Kartpostalların birilerine ait olduğunu görmek içimde yine gereksiz bir hüzün yarattı, hem de hiç okumadan. Como’lu kartpostalın arkasında “Uzaktan uzağa bir bakışın yakın olur, Feriköy aslında Como’dur…” yazıyordu, Feriköy’lü kartpostalda ise “Orada ikinin üstü üçtür, burada iki buçuk üstü için üç gol beklerim ben, bu da suçüstüdür.” yazıyordu. Kafam allak bullak oldu. Lâl oldum. Şaşkınlığımı gizleyemeden telefonumu alıp Google haritalardan Feriköy’deki adresin kapı numarasının hâlâ durup durmadığına baktım, duruyordu. Biraz düşündüm, tanımadığım kapıya gitmek saçma olur gibi geldi ama tam da benlik bir saçmalık. “Ben yogaya gideceğim,” dedi Eylem, “İyi,” dedim, “ben de biraz dolanacağım.”
“Nerede?”
“Kartpostalları sahibinin yaşayıp yaşamadığına bakacağım.”
“Sen delisin,” dedi gülerek, biliyor, biliyorum.
“Başına bela almadan gel.”
Cihangir’den Osmanbey’e kadar yürüdüm, Bomonti’den Feriköy’e indim, Feriköy antika pazarından eve birkaç güzel tablo kestirdim gözüme, sonra da “siktir et,” diyerek çıktım pazardan. Adreste yazan sokağa gittim, karşımda iki katlı bir ev, giriş katı muhasebeci, burası değildir diye düşündüm içimden, en fazla ne olabilir ki diyerek çaldım kapıyı. Ellerimi önden bağladım, gergin ve heyecanlı bir şekilde içeriden gelen adım seslerini duydum, sessiz bir öksürükle beraber artık hazırdım. Kapıyı tertemiz giyimli yaşlı bir adam açtı. Kadife kahverengi pantolonu, bej rengi gömleği ve kareli acı kahve yeleğiyle tam bir İstanbul beyefendisi. “Kime baktınız?” Dedi naif bir tonlamayla, “Afedersiniz,” diyerek başladım söze, “Ben Ferhan beye bakmıştım.”
“Kim soruyor?”
“Hiç kimse. Sadece bende ona ait bir şeyler var, daha doğrusu bana rastladı sahip oldukları, sahibine iade etmek istedim ben de.”
“Allah Allah, neymiş o sahip olduklarım delikanlı?” Diye sordu biraz şaşkın biraz gergin bir tonla. Hiç uzatmadan şak diye uzattım kartpostalları, ne olacaksa olsun artık. Gözlerini kıstı, dudakları aralandı ama bir şey demek için değil.
“Ben size getirmek istedim, ben de kalsın istemedim, ya da herhangi bir yerde de kalsın istemedim. Siz nereye atmak ya da koymak istiyorsanız orda dursun.” Dedim, “Mazide dursun delikanlı,” dedi, “belli ki oralarda duramamış…”
Bir hüzün kapladı yüzünü, tarifsiz bir keder. Öyle anıları yad etmelik bir keder değil, bir sefer değil. İçeri buyur etti beni, içecek bir şeyler ikram etmek istedi. Yaylı ve gıcırdayandan eski tek kişilik koltuğa oturdum, ne olur ne olmaz diyerek bir gerginliğim de yok değildi. Ben daha hızlıydım, gençtim, güçlüydüm, en önemlisi ben daha deliyimdir, “sus artık,” dedim iç sesime. Gergin olunca yine kendi kendine kurulmaya başladı bir şeylere. Ferhan amca elinde iki şişe sodayla geldi ve oturdu. Yüzünü başka bir yere çevirdiği ilk an şişelerin yerini değiştirdim, kendimce bir önlem almalıydım. “Soda içmek için çağırmadın herhalde beni Ferhan amca,” dedim, güldü. “Bu hikayeyi merak etmesen buralara kadar gelmezdin herhalde delikanlı,” dedi. “Darbe zamanı, Galata’nın aşağısı Alageyik sokak, baştan aşağı genelevdir oralar o zamanlar. Şimdiki gibi hiçbir aile göremezsin, anca bekar herifler. Kumardan iyi bir para yakalamışım, arkadaşları takmışım peşime, genciz, hızlıyız, savurgan… Lale vardı, çok hastaydım ona, o da boş değildi bana. Pavyondan kadın çıkartırsın dışarı ama genelevden zordur. Ya başıma bela alacağım, ya da başıma bela almayacak kadar belalı olmalıyım. Son ihtimalse yakalanmamak kimseye. Arkadaşlarla iddiaya girdik, çıkartamazsın dediler, hırslandırdılar beni, büyük oynadım bu sefer, eğer kazanırsam belki de Lale bir daha oraya dönmeyecekti. Kazandım, Lale’yi oradan çıkarttım. Geziyoruz, özgürüz, işçi değiliz, başkasıyla düşünmüyorum onu. Lale’nin aklındaysa hep İtalya, para biriktiriyordu oraya gitmek için. Benim de aklımı karıştırmaya çalışıyor, bense “vatansız yaşanmaz,” diyip duruyorum sanki vatanda yaşayabiliyormuşum gibi. Paralar yavaştan suyunu çekmeye başladı, arkadaşlarla girdiğim iddiadan gelen tüm parayı Lale’ye verdim İtalya’ya gitsin diye, sırf onu başkalarıyla düşünmemek için. Como’ya gitti, o kartpostalı da ordan gönderdi, çok ısrar etti gelmem için ama ben yanaşmadım. Ne yapıyorum diye çok sordum kendime, cevap bulamadım. Gönderdiğim kartpostalla da veda ettim ona, iki buçuk üstü dediğimse kumarın raconlarından biri, iki buçuk üstü demek maçta üç gol olması demektir, iki olursa kaybedersin. Ben ancak İtalya’nın liglerine kumar oynarım, Como’ya mesela... o da eskidendi, eskidi. Sen oynama delikanlı.” Kumarı kazandım ama Lale’yi kaybettim, ne zaman bir lale görsem yüzümü çevirdim delikanlı.